Türklerde el dokusu halıcılığın tarihçesini Türk Sanat Tarihi ve Kültürü içerisinde incelemek ve değerlendirmek gerekmektedir. Türk kültürünün sanatsal duyarlılığını doğrudan yansıtması açısından , bozkır göçerinden bu yana kesilmeden süregelen en önemli tek sanat geleneği el dokusu halıcılıktır. Türk sanatının kaynağına inebilmek , Türklerin en eski çağlarda yaşamış oldukları bölgelerde inceleme yapılmasına bağlıdır. Coğrafi açıdan bakıldığında ,Türk sanatının başlangıcından günümüze kadar olan devre içerisinde, eski dünyamn üç büyük kıtasına yayıldığı görülmektedir. Türk sanatının doğduğu, ilk adımlannı attığı ve geliştiği yer Orta ve îç Asya'dır. Bu nedenle Türk sanatı tarihi çalışmalarında Asya boyutu dikkatle incelenmelidir. Çünkü kurum, ilke ve teknikler bu bölgelerde oluşmuş, İslamiyet'ten önceki ve sonraki devirlerde Suriye,
Irak , Mısır, Kafkasya, Kırım, Doğu Avrupa ve Balkanlar' a uzanmıştır (Çoruhlu 1998).
Fiziki coğrafya açısından bakıldığında, Orta Asya sıra dağlar, çöller, bozkırlar ve yaylalardan meydana gelmiş, 35 ile 55. enlemler arasında yer alan geniş bir sahadır. Türkiye'nin de içinde bulunduğu ve "halı kuşağı" adı verilen bu bölgede Türk kavimleri yaşadığından buraya Türkistan da denilmekte ve Eski Persler'in yine bu bölgeye Turan adı verdikleri bilinmektedir. Bugün siyasi yönden Türkistan'ın büyük bir kısmı Bağımsız Devletler Topluluğu'na dahil olup, Doğu Türkistan ise Çin Halk Cumhuriyeti devletinin sınırları içindedir.
Orta Asya bozkırının kültür kronolojisine İsa'nın doğumundan beş bin yıl öncesine inerek başlamak gerekmektedir. Mezolitik Çağda (Yontma Taş Devri) Orta Asya'da buzlar çekilmiş, bataklıklar ve göller meydana gelmiş, geniş ormanlar oluşmuş ve iklim ılımanlaşmıştı. Bu devirde Sibirya ormanlarında yaşayan topluluklar ateşi kullanmayı öğrenmişler,küçük hayvanları evcilleştirmişler, meyvelerden yararlanmaya başlamışlar, avcılık ve balıkçılıkla uğraşmışlardır. Bu kültür insanları saplı büyük baltalar kullanarak ağaçlan kesmeyi ve içini oyarak kanolar yapmayı öğrenmişlerdir.
Mezolitik Çağı izleyen Neolitik Çağ (Cilâlıtaş Devri) kültürü Orta Asya'da Mançurya'dan Hazar Denizi kıyılarına kadar yayılmıştır. Bu çağın ilk defa M.Ö.V . ve II . bin yılları arasında Doğu Türkistan ve Moğolistan'da geliştiği tahmin edilmektedir (Diyarbekirli 1972). Neolitik Çağ , insanoğlunun kültürel evriminde yepyeni bir aşama olan Temel Beslenme Devrimine öncülük etmiş olması açısından önemlidir. Söz konusu olan devTİm, insanın artık yiyeceklerini avcı-toplayıcıhkla elde etmeyi bırakıp, milyonlarca yıldır ilk kez kendisi yetiştirerek üretmesi anlamına gelmektedir. Bu üretim tarzı, toprağın ekilip biçilmesini içeren tanmsal etkinliklerin ve hayvan yetiştiriciliği ile cins ıslahı tekniklerini içeren hayvancılık etkinliklerinin keşfedilmesine dayanmaktadır. İnsan bundan böyle belirli bir yerde yerleşmek zorunda kalmıştır. Tarihte ilk kez sağlam ve dayanıklı yapılar kurmak gereksinimi doğmuştur.
Hasattan sonra ürünlerini korumak amacıyla yapılan sağlam ambar ve korunaklardan esinlenerek ,kendi barınaklarını da daha işlevsel ve dayanıklı biçimde kurmaya başlamışlardır. Buğday ve arpa tanmının yapılıyor olması bunların pişirilmesi için daha elverişli mutfak eşyası gereksinimini birlikte getirmiş ve sonuçta çömlekçilik gelişmiştir. İnsan evriminde çığır açan bu yeniliğin bugünkü Filistin'de Erivan vadisinde başladığı sanılmaktadır. Bunun yanında Neolitik Çağ toplulukları yaptıkları araç gereçlere perdah ve cila uygulayan ilk insan grupları olarak tarihe geçmişlerdir (Wells 1994).
Batı Türkistan'da Aşkabat yakınında bulunan Anav Bölgesi İç Asya'nın en eski kültürünü barındırmakta olup, Paleolitik Çağın (eski yontma taş devri) avcı-göçer yaşamının izleri görülmekte ve bu kültür dört devreye ayrılmaktadır.
Birinci devre M.Ö. 4500 yıllarında başlamakta ve M.Ö. 3000' in sonlarına kadar devam etmektedir. Rus arkeologları tarafından Harezm'den Kuzey Sibirya'nın ormanlık bölgelerine kadar yapılan kazılarda elde edilen bu devre ait bulgular insanlığın uygarlık alanındaki gelişmesinin ilk basamağını tanıtması açısından önemlidir. Kazılar sonucu bu devrede İç Asya'nın bazı bölgelerinde tarım ve hayvancılığın başladığı, iplik bükme ve dokumanın bilindiği, topraktan eşyalar yapıldığı öğrenilmiştir. Moğolistan'ın güneyinde ve
Çin' de neolitik kültürün etkisiyle çömlekçiliğin önem kazandığı ve bu dönemin özellikleri arasında pişmiş topraktan kapların içleri siyaha dışları kırmızıya boyanarak kullanıldığı ifade edilmekte, ayrıca ilkel bezemelerle birlikte "sgrafıto tebliği "nin de kullanıldığı görülmektedir. Pişmiş topraktan yapılan kadın takıları ile boyalı çömleklerin yapılışları arasında ortak yönler olduğu belirtilmektedir.
Yaklaşık olarak M.Ö. 3000 yıllarında güneyde Amu-Derya Deltası'nda ve Harezm' de Tolstov tarafından Kelteminar Kültürü şeklinde adlandırılan yepyeni bir kültür ortaya çıkmıştır. Harezm'in en erken uygarlık akımları bu kültür ile başlamaktadır. Aşkabat civannda siyah ve kırmızı çömlek yapan ve dokumacılıkla uğraşan Anav'lı çiftçilerin de bu topluluğa büyük etkisi olduğu ifade edilmektedir.
Kelteminar Kültürü insanları balıkçılık ve avcılık yapan yerleşik topluluklardır. Bu kültürün çömlekleri ile Çin'de, Kansu'da, Honan'da ve Ukrayna'da bulunan örnekler arasında ortak yönler olduğu belirtilmektedir.
Bundan sonraki ikinci devre M.Ö. III. bin ile II. binin, bin yedi yüze kadar olan bölümünü kapsamakta ve Afcmasievo Kültürü olarak bilinmektedir. Sibirya' da Bronz Çağı ile ilgili en önemli bilgileri veren bu bölge kendinden önceki diğer bölgelerde olduğu gibi adını Yenisey Havzası'nda bir siteden almıştır. Bu kültürün yalnız mezarları tanınmakta olup, kazılarda ortaya çıkarılan kırmızı ya da beyaz bantlı basit çömlekler renk ve teknik özellikler bakımından İran' da Susa ve Sialk gibi Yakındoğu kültürleri ile Anav Kültürünü hatırlatmaktadır.
Bunu izleyen yerleşik ve göçebe yaşamını birlikte sürdüren toplumlara ilişkin bir Bronz Çağı kültürünün verileri Urallar'la Yenisey-Altay Bölgesi arasında saptanmıştır. M.Ö. 1700 ile 1200 yılları arasında yine Sibirya' da başlayan bu yeni kültür adını Yukarı Yenisey'deki Andronovo sitesinden almaktadır. Madenleri eriterek işlemeyi öğrenen, yaygın şekilde binicilikle uğraşan, insanları savaşçı ve göçebe olan Andronovo Kültürü kalıntıları; şekillendirilmiş bakır eşyalardan ve kuvvetli aristokrasi yönetimine işaret eden taş levhalarla kaplanmış mezar gruplarından oluşmaktadır. Bu kültürün mensupları Altaylar'da ve Tanrı Dağlan'nda Hun dönemine, hatta Göktürk Çağı'na kadar gelmişlerdir.
Bazı sanat tarihçiler bu kültür insanlarını Türk ırkının prototipi olarak kabul etmektedir.
Yenisey' in Karasuk Kolu üzerinde bulunan ve öncekilere oranla daha gelişmiş bir metalürji bilgisine sahip olan Karasuk KültüriV nün ortaya çıkması ile Andronovo devri sona ermiştir. Altaylar'da ise bu kültür bir müddet daha hüküm sürmüştür.
Karasuk Kültürünün Kuzey Çin ile ilişkileri olduğu saptanmıştır. M.Ö. 1200-700 yılları arasında tarihlenen yerleşmiş Karasuk Kültürü verileri, bir önceki kültüre oranla daha fazla miktarda olduğu gözlenen, taş levhalarla kaplanmış mezarlardır.
Ortaya çıkan bu mezarlardan nüfusun oldukça artmış olduğu anlaşılmaktadır. Mezarlarda bulunan insan kalıntılarının kimi uzanmış, kimi çömelmiş pozisyonda gömülmüş, kimileri de yakılarak külleri gömülmüştür. Mezarların yanında üsluplaşmış, insan yüzlü, oymalı kamalar ile ok başları bulunmuştur.
Maden olarak hala bakır ve bronz kullanılmaktadır. Altaylar ve Tanrı Dağları'nda çok tanınan ve sonradan Saka ve Hun sanatında da görülen Hayvan Üslubunun burada doğduğu ve geliştiği bilinmektedir. Karasuk Devri'nde Orta Asya tarihinin karakterini değiştirecek toplumsal ve ekonomik yapıda değişiklikler ortaya çıkmış, bozkır toplumları yeniden göçebe yaşamına geçmişlerdir (Diyarbekirli 1972, Kuban 1993).
Bu devirden sonra genel olarak Atlı Kültürü adı da verilen, M.Ö. VI. yy. ile M.Ö.II-I. yy. arasında Güney Sibirya'da Tagar gölü ve adasının adını taşıyan Tagar Kültürü, Altaylar' da iseMayemir bozkırının adını taşıyan Mayemir Kültürü hüküm sürmüştür (Diyarbekirli 1972 ,Çoruhlu 1998).
Böylece M.Ö. VII. Yüzyıla kadar Avrasya bozkır kuşağında birbirlerini izleyen ve bozkır çevresindeki Yakındoğu ve Çin ile ilişkileri saptanan bir yerleşik kültürler etkinliği söz konusudur. Bazı sanat tarihçiler bu kültürlerin Türk olarak tanımlanabilecek toplumlarla ilişkisi olabileceğini ve genellikle Türklerin Anayurdu olduğu konusunda kesin bir yargıya varılmış olan Altay Bölgesi'nin de bu kültür alanının genel coğrafi sınırları içinde olduğunu belirtmektedir (Kuban 1993).
Genel atlı kültürü içinde kendilerine özgü bir anlayış, örf ve adetleri ile yaşayan, en önemlisi Türkçe konuşan, tarihin bugüne kadar kaydettiği en eski Türk uruklarından biri, Avrupalıların Hım adını verdikleri, Çinliler' in ise Hiımg-mı dedikleri topluluktur. Hunlar'ın ilk yerleşim yerleri bugünkü Moğolistan' dan Altaylar' a kadar uzanan topraklar üzerinde bulunmaktadır. Hunlar hakkında ilk tarihi kaynak M.Ö. 318 yılında Hunlar ile Çinliler arasında yapılan bir anlaşmaya dayanmaktadır.
Türk Sanatı'mn kaynaklarına inerken, Hunlar'ın günlük göçer yaşam tarzlarını incelemek gerekmektedir. Hunlar'da boyların çekirdeğini kan akrabalığına dayanan aile oluşturmakta ve aileye ocak adı verilmekte, geniş aileler varlıklı oluşlarına göre, birkaç çadırı bir araya kurarak birlikte yaşamakta ve bu küçük topluluğa avul denilmekte, birkaç avul topluluğunun oluşturduğu kitleye oba ya da oymak, bir araya gelmiş oymaklara boy, boyların oluşturduğu topluluğa uruk denmekte ve urukların birleşmesiyle budun yada millet kavramları ortaya çıkmaktaydı.
Çin kaynaklarından edinilen bilgilere göre Hunlar 24 uruktan oluşmakta ve toplulukların başında mutlaka başbuğ adı verilen idareciler bulunmaktaydı. Hunlar'ın yerleşik oldukları bölgelerde yapılan kazılar sonucunda, evcil hayvanlar arasında atın ön planda yer aldığı belirtilmektedir. Binicilikten başka at sürülerini beslemelerinin bir diğer nedeni de etinden, sütünden ve derisinden yararlanmalarıdır.
At derisinden, omuza atılan pelerin ve kayış yapıldığı gibi hayvan koşumlarının yapımında da yararlanılmaktaydı. Şibe, Katanda, Başadar, Berel, Tüekta, Pazırık ve Noin Ula kurganlarında atların gömüldüğü bölümlerden eğerler, koşum takımları ve eğer altı örtüleri gibi bir çok atla ilgili buluntular ortaya çıkarılmıştır (Diyarbekirli 1972).
Bulgular arasında, bir yüzey süsleme tekniği olan eğri kesim tebliği ile yapılmış, koşum takımlarını süsleyen ahşap kabartmalar, ağaçtan oyma heykeller ve dekoratif sarkıtlar yer almaktadır.
Eğri kesim tekniği Hunlar' dan bu yana İslami döneme kadar bütün İç Asya'daki Türk urukları arasında yaygınlaşmış ve yüzyıllarca uygulanmıştır.
Atlı kültürü içinde daima tetikte, hazır bir durumda bulunmalarını sağlayan en önemli unsur barınaklardır. Pazırık kurganlarından çıkan buluntulardan sonra, Hunlar'ın bu devirde barınak olarak birkaç çeşit çadır kullandıkları ortaya çıkmıştır. Çadıra keregii, kerekü, yurd ya da kibitka adı verildiği ve bir ahşap konstrüksüyon olan karkasın üzerini örtmek için keçe ya da enlemesine dokunmuş ve çift kat dikilmiş bezler örtüldüğü belirlenmiştir. Hun topluluklarındaki kadınlar ve kızların tüm zamanlarını kolan dokuma, keçe yaygı yapımı, yapağı ve yün boyama, iplik bükme, kumaş dokuma ve halı dokumacılığı yaparak geçirdikleri ifade edilmektedir. Böylece Türkler'in dünya medeniyetine bir hediyesi olan el dokusu halıcılığın ilk izlerine bu devirde rastlanmaktadır.
Dokunan halıların çadırın zemininde yer yaygısı, çadır kapısı ve eyer altı örtüsü olarak kullanıldığı belirtilmektedir. Turfan bölgesindeki duvar resimlerinden, üzerinde yatmak ve üste yorgan olarak örtmek amacıyla da kullanıldığı anlaşılmaktadır. Otağ ve saray halıları ile sıradan kişilerin kullandıkları ev halıları arasında kesin bir ayrılığın olduğu ifade edilmektedir (Ögel 1991).
Çadınn tam ortasında ateş yakılan ve kutsal sayılan bir yer bulunduğu, bu yerin arkasında yaşlı erkekler ve misafirler için ayrılmış tör (baş köşe) adı verilen şeref köşesinin yer aldığı, bu köşenin nakışlı keçeler ve ince bir zevkle dokunmuş halılarla döşendiği, Ocakçı adı verilen bu halıların 2-3 metre ebadında dokunduğu ve yalnız zengin göçebe topluluklarında, özellikle oymak başkanının misafir kabul ettiği çadırlarda kullanıldığı görülmektedir.
İç Asya' da rastlanan göçebe çadırlarında genellikle dip halısı, salaç, giyirmek, çarpay vb. şeklinde adlandırılan 2.80x1.60 m. büyüklüğünde ve daha küçük hah örneklerine rastlanmıştır. Bu ebatların üstündeki halıların yapım ve kullanım açısından göçebe yaşam tarzına aykırı olduğu ifade edilmektedir. El dokusu halı tezgahlarında ayrıca çadır duvarlarına asılmış ya da yere konan araç gereç heybesi ve çuvallar, büyük deve heybeleri ve at heybelerinin de dokunduğu bilinmektedir (Diyarbekirli 1972, Ögel 1991).
Göçebe Türk toplulukları hem kullandıkları eşyaları hem de süsleme aksesuarlarını tamamıyla yetiştirdikleri hayvanların yünlerinden yararlanarak yapmışlardır. Yün, günlük yaşamda kullanılacak; elbise, çadırın üstünü örten ve çadırın tabanına serilen keçe, çorap, çadırın içinde kullanılacak kumaş, kilim ve halı gibi çeşitli dokumalar ile çadırla ilgili diğer gereçlerin yapımında kullanılan, her an ellerinin altında olan, kolaylıkla elde edilebilen önemli bir hammaddedir.
İhtiyacın dışında geleneksel olarak da el dokumacılığı ve el dokusu halıcılıkla uğraşılmıştır. Örneğin: kızların çeyizlerine koymak üzere belli miktarda keçe, kımız tulumu, halı, kilim, cicim, çanta, heybe, torba dokunması bir zorunluluktur (Saynaç 1965a, Diyarbekirli 1972).
Keşfedilen Hun kurganlarından elde edilen bulguların hemen hepsinde Türk boylarının tarih boyunca dini inançları, ölü gömme töreleri ve geleneklerinin izlerine rastlanmaktadır. Örneğin: Ortaçağın sonunda Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan, İran ve Anadolu' da bulunan bazı Oğuz boylarının mezarları üzerine at ve koç heykellerini dikme adeti ve hatta evlerinin çatısını taşıyan ahşap direklere koç boynuzu işleme geleneği Hun Dönemi'nden beri süre gelen kurban sunma geleneğine oldukça benzetilmektedir. Günümüzde bile, Anadolu'nun doğusunda bazı bölgelerde evlerinin kapısına koç kafası asma geleneğinin devam ettiği görülmektedir.
Halen, Oğuz boylannın yaşadığı bütün bölgelerde ve İç Asya'daki Türkler arasında hah, kilim, cicim, sili, sumak vb. kalın dokumalarda ve keçelerde çeşitli şekillere bürünmüş koç boynuzu motifleri karşımıza çıkmaktadır.
Hun sanatımn en önemli eserlerini Doğu Altaylar' da, Balıklı göle 80 km. mesafedeki Ulagan ırmağı kıyısında, Pazırık vadisinde, Çin devletinin kuzey batısında, Ordos'da, bugünkü Moğolistan'da, Noin-Ula'da ve Güney Sibirya' da çıkan buluntular oluşturmaktadır.
Altay Dağları'nda ilk arkeolojik kazılar 1860-1880 yılları arasında Avusturyalı Türkbilimci Wilhelm Radloff tarafından yapılmıştır. Radloff ilk araştırmaları sırasında Katanda kurganını ortaya çıkarmış daha sonra Güney Altaylar' da Berel bozkırında bir kurgan daha bulmuştur. Bu kurganlardan at kalıntıları, süslü koşum takımları ve eyerler, kürklü giyecekler ile ipekli kumaşlar bulunmuştur.
1925 yılında Kozloff'un yaptığı kazılarda Selenga nehrinin Baykal gölüne aktığı yerin yakınındaki Noin-Ula bölgesinde 3 grup halinde bulunan 212 kurganın Asya Hunlar'ına ait olduğu saptanmıştır. Bundan sonra Griaznov'un 1927 yılında Ursula ırmağı kıyısındaki Şibe'de ortaya çıkardığı kurganda mumyalanmış cesetler, at koşum takımları, giyim aksesuarları, tahta üzerine ince altın kaplama takılar ortaya çıkarılmıştır. Bulgular Katanda ve Tüekta mezarlarında bulunan eserleri andırmakta ve Dış Moğolistan' da, Noin-Ula' da, Şibe'de, Pazırık ve Başadar'da ele geçirilen sanat eserleriyle ortak yönleri olduğu ifade edilmektedir.
1924 yılında keşfedilen ve 1929 yılında Griaznov ve Rudenko'nun ortak yönetimlerinde kazılara başlanan Altay Dağları'nın Pazırık bölgesindeki Hun kurganlarının açılması önemli bir gelişme olarak tarihe geçmiştir. İkinci dünya savaşı nedeniyle ara verilen çalışmalar 1947-1948 yılları arasında Rudenko'nun yönetiminde tekrar başlatılmış ve Pazırık bölgesindeki vadilerde, açık bozkırlarda serpili bulunan 40 kadar kurgan ortaya çıkarılmıştır. Pazırık kazıları atlı kültürü ve sanatı üzerinde bilgi sahibi olmamızı sağlayan önemli verilerdir.
Bütün önemli arkeolojik bulgular anıtmezar diyebileceğimiz kurganlardan elde edilmiştir. Göçer inançları öteki dünyaya büyük önem vermekte ve yeniden dünyaya gelişe inanılmaktadır ve bu inanç da mezar yapılarının önemini arttırmıştır. Kurganların boyutları her kültürde olduğu gibi kişilerin sosyal statüleri ile orantılı olarak büyümektedir. Kurganlar o dönemden kalan tek yapı tipi olması ve yapı teknolojisi konusunda bilgi vermesi açısından önemli kaynaklardır.
Genelde kurgan, bir çukur içine yapılmış bir ağaç mezar odasından ve onun üstüne yığılarak meydana getirilmiş bir küçük tepecikten oluşmaktadır.
Pazırık, Noin-Ula, Başadar ve diğer kurganların en büyük özelliği yapılmalarından hemen sonra içeri dolan yağmur ve kar sularını donmasıyla buzlar arasında kalan mumyalanmış cesetler ile gömülen eşyaların zamanımıza kadar bozulmadan kalmış olmasıdır. Bu nedenle erken dönem Türk sanat eserleri günümüze ulaşmış ve bu eserler müzelerde sergilenebilmiştir (Saynaç 1965b, Kuban 1993).
Başadur kurganından çıkarılan İran düğüm tekniği ile dokunmuş, çok küçük bir halı parçası ile 5. Pazırık kurganından çıkarılan dünyanın en eski el dokuma halısı olan, Orta Asya hah sanatının üslup ve tekniğini en iyi şekilde aksettiren pazırık halısı çok değerli örneklerdir ve halıcılık tarihi açısından oldukça önemlidir. Pazırık halısının bugün İç Asya' da yaşayan Türkmen dokumacılığının çıkış noktalarından biri olduğu ifade edilmektedir. Buzul haline gelmiş bir kurgan odasında mumyalanmış bir insan, at, dört tekerlekli bir araba ve çeşitli ev eşyaları arasında bulunan hah ilk defa 1953 yılında tanıtılarak çok geniş ilgi uyandırmıştır .
Kurganların yağmaya uğramasından dolayı kronolojik sıra günümüzde de tam olarak belirlenememiştir. Kazıları yöneten Rudenko ve Tamara Talbot Rice, Pazırık halısını İskitlere mal ederek M.Ö.V. yüzyıla, Ghirsman ve Bussagli ,M.Ö.IV.-III. yüzyıllara tarihlendirmişler, bazı araştırmacılar ise M.Ö.300 ile İsa'nın doğumu arasındaki yıllarda dokunmuş olabileceğini belirtmişlerdir. J .Zick ise halının M.Ö.V. yüzyılda Susa ve Frigya arasında herhangi bir merkezde yapılmış olabileceğini,sanat geleneklerinin Kuzeybatı İran'ı işaret ettiğini ileri sürmüştür.
Bununla beraber bir çok araştırmacı, ölülerin gömülme adetleri, mumyalanmış ölülerin tipleri ve Altay bölgesinin tarihi ile komşu kurganlarda çıkan diğer eserleri karşılaştırarak, halının Asya Hunlar'ına ve M.Ö.in.-II. yüzyıllara tarihlendirilmesinin daha doğru olacağını belirtmişlerdir (Aslanapa 1997a).
Pazırık halısının kareye yakın dikdörtgen biçiminde olup 1.89x2.00 m. (3.78 m2 ) boyutlarında Gördes düğüm tekniği ile dokunmuş olduğu tespit edilmiştir. Motiflerin açık ve anlaşılır bir şekilde zemine yerleştirilebilmesi için 1 dm2 ende 120 çözgü teli, 1 dm2 boyda ise 3600 ilmek olacak şekilde dokunduğu, bu kalitede bir halıyı dokuyabilmek için temiz bir yapağıdan 2 defa bükülmüş çok ince yün ipliği kullanıldığı ve halının hav boyunun 2 mm olduğu ifade edilmiştir. Halının her çift çözgü teline bir sıra yün ilme takılıp üzerine 3 sıra atkı ipi atıldığı belirtilmiştir (Diyarbekirli 1972,Tekçe 1993).
Bu en eski göçebe halısının ikisi geniş, üçü dar olmak üzere 5 bordürden oluştuğu, birinci geniş bordürde piyade ve süvari motifleri, 2 . geniş bordürde geyik motifi, iç ve dış dar bordürlerde grifón motifleri, orta bordürde çiçek motiflerinin yer aldığı ve zeminin 6x4 biçiminde sıralanan 24 kare halinde yıldız biçimli çiçeklerden oluştuğu ve dama tahtasına benzediği görülmektedir.
Leningrad Hermitaj Müzesi'nde sergilenmiş olan halının zemini kırmızı renkli olup kareler içindeki lotus çiçeği motifleri sarı renklidir. Bu çiçeklerde koyu kahverengi lekeler ve ince lacivert damarlar göze çarpmaktadır. Her bir kenarda altışar geyik motifi bulunmakta ve dişi geyiklerin sürü halinde birbirini izledikleri geniş su açık mavi renkte; geyik gövdelerinin kırmızı renkte; boynuzlar, gözler, virgül biçimli motifler, kuyruk ve tırnakların sarı renkte dokunduğu dikkati çekmektedir. (Şekil 2.1).
Şekil 2.1.Pazırık halısını süsleyen geyik motifi.
Geyik motifi, Orta Asya göçebe sanatında çok rastlanan bir motif olup, Ordos bölgesinde bulunan Hun kemer tokalarında da sıkça görülmektedir.
Dar bordürdeki kırmızı renkli grifonların başı arkaya çevrilmiş olup açık gagalarından dilleri görülmekte, kafaları yukarıya kalkık durmakta, koyu lacivert olan kanat ve kuyrukları kare içine tamamen yerleşmektedir (Şekil 2.2).
Şekil 2.2.Pazırık halısında yırtıcı hayvan gövdesi ile yırtıcı kuş başından oluşmuş kanatlı efsanevi hayvan.
Halının en geniş bordüründeki acele ediyor gibi görünen piyadeler ve atlılar birbirlerini bir yöne doğru takip etmektedir. Bu tek sırayı izleyen topluluk geyiklerin tam ters yönünde ilerlemektedir. Burada bir iki piyadenin atların yanında yürüdükleri görülürken, bazıları da atlara binmiş olarak sırayı takip etmektedirler (Şekil 2.3).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder